Sayfamıza Hoş geldiniz

Reklamlara Tıklayarak Destek Olabilirsiniz Sitemizi Geliştiriyoruz

DAVAMIZ İSLAM

8 Ekim 2015 Perşembe

Zengin Olmak İçin Okunacak Dua

Zenginlik duası, maddi ve manevi olarak rızkımızın artması ve lütuflara mazhar olmak için, elimizde bulunan olanaklara göre çalışmalı ve dualar etmeliyiz. Yüce Rabbimiz bizleri yaratarak, görevlerimizi yapmamızı istemiştir. Görevlerini gereği gibi yerine getiren müminler, maddi ve manevi ihsanlara mazhar olurlar. Bu sebeple Allah'tan isteyeceğimiz şeyler ne olursa olsun, öncelikle bize düşen görevleri yerine getirmeliyiz. Sonrasında ne istersek karşılığını alabiliriz.
Duaları okuyup, zikirleri ve esmaları çeken kişiler isteklerinin olmadığını düşünüyorlarsa, kulluk görevlerini yerine getirip getirmediklerini gözden geçirmelidir. Bu yüzden her türlü meşru istediğinizde, Allah'a yönelmek isterseniz önce kulluk etmeniz gerekir. Bol rızık isteyen, fakirlikten kurtulup zengin olmayı isteyen kişiler, buna inanarak dualarını etmelidir. 
Zenginlik Duası
Zenginlik duaları
  • "Bismillahirrahmanirrahim Kulillahumme malikel mülki tü'til mülke men teşaü ve tenziul mülke mimmen teşaü ve tüızzü men teşaü vetüzillü men teşaü bi yedikel hayr inneke ala külli şey'in kadir Tülicül leyle fin nehari ve tülicün nehara fil leyli ve tuhricül hayye minel meyyiti ve tuticül meyyite minel hayyi ve terzüku men teşaü bi gayri hisab."  Bu duayı mal ve mülk sahibi olmak isteyenler, manevi yönden iktidara erişmek isteyenler, servetinin çoğalmasını isteyenler her gün en az 4 defa okumalıdır. Bunu günde 41 defa okurlarsa, daha etkili olur. Bunu sürekli olarak yapanlar, kısa sürede mallarında olan artışı göreceklerdir. Her geçen gün daha fazla zenginleşeceklerdir. Rahat ve huzur dolu bir yaşamları olacaktır. 
  • "Ya ilahel alihetir - refiy-ı celalüh."  Her gün bunu 20 defa okumayı alışkanlık haline getiren kişiler fakirlikten kurtulur, kendisine rızık kapıların açılmasını sağlar.
  • "Ya Vehhab" Meali, "Ey bolca hediyeler veren Vehhab." Bu esmayı çeken kişiler zengin olmanın yolunu açarlar.
  • "Ya eğna min külli ganiy." Meali, "Ey zengin olan, ey bütün zenginlerin en zengini" Bunu her gün tekrar etmeyi alışkanlık haline getirin.
  • "Ya ecvedü min külli cevad" Meali, "Ey cömert olan, ey bütün cömertlerin en cömerti" Her gün zikredilmesi gerekir.
  • "Ya elfatü min külli latif" Meali, "Ey lütuf sahiplerinden daha lütufkar olan Latif" Bu esmanın zengin olmak isteyenler tarafından okunması gerekir.
  • "Ya ekremü min külli Kerim" Meali, "Ey ikram eden, ey ikram edenlerden daha Kerim" Bu zikri zengin olmak için okuyun.
  • " Ya erhamü min külli Rahim" Meali, "Ey en lütufkar ve merhametli olan, ey merhametlilerden daha Rahim" Bu zikir size zengin olmanın kapılarını açacaktır.
  • "Ya ehabbu min külli Habib" Meali, "Ey sevgili olan, ey tüm sevgililerden daha sevgili Allah" Elinizden geldiğince fakirlikten kurtulmak, zengin olmak için okumalısınız.
  • Vakıa suresini zengin olmak isteyenler her zaman okumalıdır. Hadis-i şeriflerde; "Her kim Vakıa süresini her gece bir kez okuyan, ömrünce fakirlik yüzü görmez." denmiş, Vakıa suresinin zenginlik suresi olduğu belirtilmiş ve bunu herkesin öğrenmesi gerektiği söylenmiştir.
  • Yatsı namazından sonra iki rekat namaz kılın. İki rekatın sonlarında Fatiha suresinin ardından, Ayetel Kürsi okuyun. Son secdeden kalkmadan, " Ya Hu, Ya men Hu, la ilahe illa Hu, entel hayyul kayyum, vela şerikelek, velekel mülkü, velekel hamdü ve inneke ala külli şeyin kadir" diyerek namazınızı bitirin. Sonra israfu umar duasını okuyun. 3 defa elhamdülillah, 7 adet salavat, 7 defa besmele ve 100 defa " La ilahe illallahul melikül hakkun Mübin Muhammedur resullullahi sadıkül vağdül emin."  okuyarak, dileğinizi söyleyin. Bu dualara 7 gün boyunca devam etmelisiniz. Yüce Rabbimiz size helal kazançların kapılarını bu duaların hürmetine inşallah açacaktır. Hayırlı rızk sayesinde zengin olmak isteyen kişiler, bunu yapmalıdır. Bir kaç günde bile etkilerini göstermiş olan dualardır. Bunu yaparken şüpheye düşmemek gerekir.

6 Ekim 2015 Salı

Sınav duası

Sınav duası, imtihanlarda başarı sağlayabilmek için, sınava girmeden ya da girdikten sonra Allah u Teala'dan yardım istemek amacı ile okunan duadır.
Sınava girilecek gün 70 defa Salat-ı Nariye okunmalıdır.
''Ya men leccemel mütekebbirine b licami azametihi selliim sellim ya Hafız''
Sınav Duası
“Allâahümme salli alâa seyyidinâa Muhammedin ve alâa âali seyyidinâa Muhammedin salâaten tünciinâa bihâa min cemî’il-ehvâali ve’l âafâat. Ve takdıy lenâa bihâa cemî’alhaacâat ve tütahhirunâa bihâa min cemî’is-seyyi’âat ve terfeunâa bihâa indeke a’led-derecâat ve tübelligunâa bihâa aksa’l gaayâati min cemî’il-hayrâti fi’l-hayâati ve ba’del-memâat. Inneke alâa külli sey’in kadiyr.” AMİN.
Sınav Duası
Sınav Duasının Anlamı
  • Allâh’ım, Efendimiz Muhammed’e ve ehl-i beytine bizi bütün korku ve âfetlerden kurtaracağın,
  • Bütün ihtiyaçlarımızı gidereceğin,
  • Bütün günahlarımızdan temizleyeceğin,
  • Nezdindeki derecelerin en yücesine yükselteceğin,
  • Hayatta ve ölümden sonra bütün hayırların nihâyetine ulaştıracağın şekilde râhmet eyle. Muhakkak sen her şeye kaadirsin. AMİN.

Sınava girecek bir kimse sınav günü bu duayı 7 kere okuyarak Allah'a dua ederse, sınav anında melekler ve ruhaniler ona yardım eder, onların sayesinde doğruyu kolayca bulur. Ayrıca;
“Rabbi-şrahli sadriy ve yessirlî emrî, vahlul ukdeten min lisanî yefkahü kavlî”

Kim bu ayeti kerimeyi sınava girmeden evvel 11 defa okursa, sınavda sorulan her soruya rahatlıkla yanıt verebilir.

Güzellik Duası, Dua yaratıcı kudretten bir isteğin yerine gelmesi amacıyla yapılan yakarış veya ibadet şeklidir. Allah Teala insanı yaratmış, ancak onu başıboş bırakmamıştır. Allah (c.c.) insana her an çok yakındır. Fakat, bazı insanlar Allah'la bağını bağını koparmaya çalışmakta veya O'nunla bağının farkında olamamaktadır, insan Allah'a yaklaşmaya çalıştıkça Allah da ona yaklaşmaktadır. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) bir insana teveccüh buyurdu mu, o insanın maddi-manevi ne hastalığı varsa şifa bulur, ne derdi varsa kaybolur giderdi. Onun yönelişi şifa demekti, nazarı şifa demekti, sözleri şifa demekti, ilgisi şifa demekti, gülümseyişi şifa demekti. Onun getirdiği Kuran da şifa hükmündedir. Etrafınızda bulunan insanlara daha güzel ve alımlı gözükmek için okunacak bir çok farklı kişi tarafından etkileri gözükmüştür.
Cuma günleri ve salı günleri, güzel görünmek için, istediğiniz kişinin yıldıznamesi ve vefk tılsımı ile birlikte yapıldığında etrafınızdaki bayan ve erkeklerin ilgisini çekerek ve onlara sevimli, çekici görünürler. İnsanların iç güzelliği dışına yansır. Kalp ne kadar güzel olursa yüzde o kadar güzel olur. Dış güzellikler, her zaman manevi güzelliklerden geçer. Durumu incelersek, bulunduğun şehirde bir caminin önüne giderek, insanların yüzlerine dikkatlice bak ve onlardaki sırlı güzelliği fark edebilirsiniz. Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır. Kalp güzelleştikçe insan daha güzel olur ve güzel görür. İnsan nurlandıkça güzelleşir.
Güzellik Duası Arapça Ve Türkçe Meali;
Güzel olmak, daha canlı görünmek isteyenler için bu dua okunur. Duayı usulüne göre okunursa muratlarına nail olunurlar. Dua şudur;
"Bismillahirrahmanirrahim"
"Allahümmec alni ve nuru Yusuf'a ala veçhi femen reani yuhibbuni mehabbeten".
Anlamı; Allah'ım, yüzümde Hz. Yusuf a.s nuru ışığı olsun. Kim beni görürse sevsin. (Bu dua her gün beş vakit namazından sonra yedi defa okunur. Ardından ele üflenerek yüze sürülür. Kısa zamanda etkisi görülür.
Ayrıca yüzünde sivilce yada lekeler, olanlar için bu dua okunur. Afganistan Afgan kadınların kullandığı bu cilt için duasıdır. Her sabah kalkarken bu duayı okuyanlar, yüzünüzde pırıltı ve esenlik olduğunu hissedeceksiniz. Dua şudur;
"Bismillahirrahmanirrahim"
"Lillezine ahsenul husna ve ziyadeh (ziyadetun), ve la yerheku vucuhehum katerun ve la zilleh (zilletun), ulaike ashabul cenneh (cenneti), hum fiha halidun (halidune).
Anlamı; Rabbim nur yüzlü olmayı ve kalp gözümüz ferahlık içinde uyandırmayı nasip etsin. (İyilik edenleri iyilikle mükafatlandırırız, daha da fazlasını veririz ve yüzleri kararmaz, zillete düşmez onlar. Onlardır cennet ehli, orada ebedi kalırlar).
Güzellik Duası
Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam, Ebu Katade'nin genç kalması için şöyle dua lütfetti;
"Bismillahirrahmanirrahim"
"Efleha'llahü vecheke Allahümme barik lehu fi şa'rihi ve beşerihi".
Anlamı; Allah yüzünün güzelliğini artırsın. Allah'ım, saçını ve vücudunu kendisi için mübarek kıl. (Ebu Katade (ra) bu duanın bereketiyle yetmiş yaşında vefat ettiği zaman on beş yaşında bir genç gibi gösteriyordu.)
Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) bir insana teveccüh buyurdu mu, o insanın maddi ve manevi ne hastalığı varsa şifa bulur. ne derdi varsa kaybolur giderdi. Onun yönelişi şifa demekti, Onun getirdiği Kur-an da şifa hükmündendir.
İmam-ı Tirmizi haber veriyor ki; Sa'd ibni Ebi Vakkas için Allah Resulü (asm) "Allah'ım, onun duasını kabul eyle." diye dua etmiştir. O asırda Sa'd'ın bedduasından herkes korkuyordu. Duasının kabulü de şöhret bulmuştur.
Hem meşhur Ebu Katade'ye "Allah onun yüzünü ak etsin. Allah'ım, onun tenini ve saçını mübarek kıl." diye, genç kalmasına dua etmiştir. Ebu Katade yetmiş yaşında vefat ettiği vakit, sahih kaynaklarda şöhret bulmuştur.
Hz. Peygamberimizin Dualarıyla Geçekleşen Mucizeler;
Tufeyl ibni Amr; Allah Resulü'nden (asm) bir mucize istedi ki, götürüp kavmine göstersin. Allah Resulü (asm) ona "Allah'ım, onu nurlandır." diye dua etmiş. Duadan sonra iki gözü ortasında bir nur belirmiş. Sonra da o nur değneğinin ucuna geçmiş. Bu nurla "zinnur" yani "nur sahibi" diye meşhur olmuştur. Resulullah'ın (asm) mübarek eliyle bazı kimselerin başını ve yüzünü mesh etmesi ve dua etmesinden sonra görülen mucizelerdir.
Ömer ibni Sa'd'ın başına elini sürmüş, dua etmiş. O duanın bereketiyle, seksen yaşında vefat ettiği zaman bile başında beyaz saç yoktu. Aiz ibni Amr'ın; Huneyn Savaşı'nda yüzü yaralanmıştı. Allah Resulü (asm), eliyle yüzündeki kanı silmiş. Allah Resulü'nün (asm) elinin temas ettiği yer, parlak bir nuraniyet vermiş ki, bu nuru öyle parlıyormuş ki, hadis alimleri bu hadiseyi anlatırken bu nuru "doru atın alnındaki beyaz" şeklinde belirtmişler.

Katade İbni Selman'ın yüzüne elini sürmüş, dua etmiş. Katade'nin yüzü ayna gibi parlamaya başlamıştır. Müminlerin annesi Ümmü Seleme'nin kızı ve Allah Resulü'nün de (asm) üvey kızı olan Zeyneb'in küçüklüğünde; Allah Resulü (asm) onun yüzüne abdest suyu atıp şaka yapmış. O suyun temasından sonra Zeyneb'in siması emsalsiz bir güzelliğe kavuşmuş.

9 asırdır çürümeyen beden artık görülemeyecek!

Tarih: 7-10-2015 00:44:34+ -



Kastamonu’da yaklaşık 9 asırdır Aşıklı Sultan’ın teşhir edildiği çürümeyen bedeni, ziyarete kapatıldı.




Kastamonu’da yaklaşık 9 asırdır Aşıklı Sultan’ın teşhir edildiği çürümeyen bedeni, ziyarete kapatıldı.
12. yüzyıl başlarında Kastamonu Kalesi’nin fethi sırasında şehit olan Aşıklı Sultan için yapılan türbedeki çürümemiş bedenin ziyareti vatandaşlara kapatıldı. Honsalar Mahallesi Kümbet Sokak
üzerinde yer alan ve türbeye de adını veren Aşıklı Sultan’ın camekan içerisinde çürümeyen bedeninin gösterilmesi, dinen uygun olmadığı gerekçesiyle ziyarete kapatıldı.


“9 ASIRDIR ÇÜRÜMEYEN BEDEN, ZİYARETE GELENLERE İBRET VESİKASI OLUYORDU”

Türbeye de adını veren Aşıklı Sultan’ın bu kadar çok ziyaret edilir kılan sebebinin bu zatın bedenin çürümemiş olmasının yattığını ifade eden Aşıklı Sultan Türbesi Yaptırma ve Yaşatma Derneği Başkanı Nihat Sofuoğlu, “Gerçekten de on yıllardır, camekan içerisinde teşhir edilen ve insanlara ibret olması umulan Aşıklı Sultan’ın aşık kısmı etiyle, kemiğiyle asırlardır durmaktadır. Aşıklı Sultan, Kastamonu’nun fethi için buralara gelen Selçuklu ordusundaki komutanlardan birisidir. 1185-1200 yılları arasında cereyan eden fetih mücadelesi esnasında şehit düşmüş ve şehit olduğu yere defnedilmiştir. Bedeni tam 9 asırdan fazla zamandır hiç çürümeden durmakta ve adeta kendisini ziyarete gelenlere ibret vesikası olmuştur” dedi.



“1116 YILINDAN BU YANA GELEN BİR GELENEK”

Geçtiğimiz yıl türbede yeni bir dizayna gidildiğini aktaran Sofuoğlu, “Bununla birlikte türbede dizayn bakımından Kastamonu’da en güzel mekanlardan biri haline geldi. Fakat restorasyon çalışmalarının hemen akabinde zatların toprağa defnedilmesi gündeme geldi. Daha öncesinden Aşıklı Sultan’ın yattığı sandukanın ayak kısmında camekan içerisinde zatın çürümeyen ayak kısmı görülebiliniyordu. Fakat ayaklarının görünme kısmının teşhir konumuna geleceği ve dinimize uygun halde toprağa defnedilmesi gündeme geldi. Bunun ise, bir doktorumuzun facebook ta yazı yazması üzerine ortaya çıktığını öğrendik. Bunun üzerine Vakıflar Bölge Müdürlüğümüzden, dernek başkanı olarak beni çağırdılar ve bana ‘ne yapmamız’ gerektiği yönünde soru sordular. Aşıklı Sultan, 1116 yılından bu yana bu şekilde geldi. Biz, 1116 yılından bu yana olan bir hadiseyi bugün değiştirmenin yanlış olacağına inanıyoruz. 



“BU ZATI GÖRENLER DEĞİŞİYOR, BUNUN DEVAM ETMESİNİ İSTİYORUZ”

Aşıklı Sultan Türbesini ziyaret edenlerin çürümeyen bedeni gördükten sonra farklı davranışlar gösterdiklerine şahit olduklarını vurgulayan Nihat Sofuoğlu, “Buraya türbeyi görmeye gelenler bilhassa Aşıklı Sultan’ın çürümeyen ayaklarına bakmak isteyenler, burada ilham alarak inanılmaz şekilde insanların değişiklik gösterdikleri ve olumlu davranış içerisinde bulunduklarına şahit olduk. Bu yüzden bu güzel olayın devamının bu açıdan son derece önemli ve yaralı olduğunun kanaatindeyim. Yetkililerde bu konuda gerekli çalışmaları yapacağına inanıyoruz. İnşallah olması gereken şeklinde tekrar eski haline dönüştürülür. Çünkü amaç vesiledir, amaç görevdir, amaç insanların Allah’ın ‘biz öyle yaptık, böyle yaptık, böyle oldu’ şeklinde kısaca belirttiği ayetlerde ‘bu böyledir’ Yoksa insanların kendi mücadelesi içerisinde bunu başarmasının mümkün olamayacağı kesindir, alenidir ve nettir” şeklinde konuştu.




 “AŞIKLI SULTAN’IN AYAĞI, BİLGİSAYAR ORTAMINDA GÖSTERİLECEK”

Vakıflar Bölge Müdürü Yavuz Yücebıyık ise  Aşıklı Sultan’ın ayağının gösterilmesiyle ilgili olarak kurumlarına çok fazla şikayetlerin geldiğini anlatarak, “Ayağının gösterilmesinin doğru olmadığını hatta bilgi edinmeye sürekli mailler atıldı. Bunun üzerine bir araştırmaya gidildi. Bu konu hakkında bizim yeterli bilgiye sahip olmadığımız için İl Müftülüğümüze görüşü soruldu. İl Müftülüğümüzde, Diyanet İşleri Başkanlığına yazdılar. Oradan gelen cevapta, kapatılmasının doğru olacağını ve İslam dini açısından gösterilmesinin uygun olmayacağını belirttiler. Dolayısıyla biz, buranın sandukanın açık olan bölümünü kapatıp aynı şekilde yine türbenin içerisine ziyaretler devam ediyor” ifadelerini kullandı.

“TOPRAKTAN GELDİK, TOPRAĞA GİDERİZ”


Kastamonu İl Müftüsü Osman Aydın, Vakıflar Bölge Müdürlüğünün vatandaşlardan gelen şikayet ve istek üzerine kendilerine uzman görüşü sorduğunu belirterek, “Biz de, konuyu Diyanet İşleri Başkanlığına sorduk. Diyanet İşleri Başkanlığımız da, konunun hassasiyeti bakımından fetvaya sordu. Fetva da, ‘Topraktan yaratılan insanın öldüğünde yine toprağa verilmesi İslami bir esastır. Cenazenin kabre defnedilmeyip teşhiri şeklindeki uygulama, İslam’ın cenazelerin defni ile ilgili hükümlerine aykırıdır’ şeklinde görüş bildirdi. Bunun üzerine bizde, Vakıflar Bölge Müdürlüğümüzü fetvanın verdiği cevabı üst yazıyla bildirdik” dedi.

Sivas Ahmed Bin Zeyd Hazretleri


 

Anadolu’nun önemli tasavvuf âlimlerinden Şafii mezhebi fıkıh âlimi olan ve hicri 1223 yılında vefat eden Ahmed Bin Zeyd Hazretlerinin türbesi ilimizde Ece Mahallesi’nde ziyaretçilerin ilgisini bekliyor. 


Osman AKYÜZ 

Sivas’ta bulunan Allah dostlarından Yemenli, Şafii mezhebi fıkıh âlimi ve evliyalarından olan Ahmed Bin Zeyd Hazretleri yaşayışıyla çevresindekilere örnek bir insandı. Tek amacı iman ve ibadeti insanlara öğretmek olan ve dini yaymak için yaşayan Ahmed Bin Zeyd Hazretlerinin türbesi ilimizde Ece mahallesinde bulunmasına rağmen çoğu vatandaşımız bundan habersiz ve zat hakkında herhangi bir bilgi sahibi değil. Tasavvuf ehli ve Şafii mezhebi fıkıh âlimi olan Ahmed Bin Zeyd Hazretlerinin doğum tarihi bilinmemekle birlikte hicri 1223 yılında vefat etmiş. Bugün kabri ece mahallesi muhtarlığının hemen altında ziyaretçilerini bekliyor. Haramlardan, şüpheli şeylerden sakınması ve üstün ahlakı ile tanınmıştır. Yaşamı çevresindeki insanlara tam bir örnekti. Bu sebeple çok sevilen, sözü dinlenilen ve çevresinde kendisine müracaat edilen bir âlimdi. Tek amacı Eshab-ı Kiramın Peygamber Efendimiz’den naklen bildirdiği iman ve ibadet bilgilerini ehli-i sünnet itikadını yaymak ve insanlara anlatıp öğretmekti. Ece mahallesi muhtarı Sami Dinler, ‘‘Ahmed Bin Zeyd Hazretleri, başkalarının vasıtasıyla Sivas’a getirilmiştir. Eskiden türbe kötü haldeydi sonra biz düzenledik. Şu anda halkımıza açık ve vatandaşlarımızın türbeye ilgisi her geçen gün iyiye gidiyor. Bunlar evliyadır. O yüzden de türbeye gelip dua etmenin doğum rahatsızlıklarına, çocuk uyumalarına iyi geldiği söyleniyor. Şehir dışından gelenler de türbeyi ziyaret ediyor. Halkımızdan da böyle mübarek bir zata sahip çıkmalarını ve türbeyi ziyaret ederek ilgi göstermelerini istiyorum’’ dedi. 

Zeynelabidin (ra)
(658-713m)
 
Hz. Hüseyin'in oğlu, 4. imam - Y.Asya Enstitüsü
Hazreti Hüseyin'in (ra)oğlu ve Hazreti Ali'nin (ra)torunudur. On iki imamın dördüncüsüdür. Tabiinin büyüklerinden olup, büyük sahabelerin çoğunu görmüştür. Risâle-i Nur'da, Hazreti Hüseyin'in soyundan gelen manevi mehdi hükmünde olduğu belirtilmektedir. (Mektubat, s. 100)O da şehit edilenlerdendir. Hazreti Hüseyin'in neslini devam ettirmesinden ötürü Seyyidü'l-Sacidin olarak anılmıştır. Büyük takva sahibi ve ibadete düşkünlüğünden ötürü, ibadet edenlerin süsü manasına gelen "Zeynelabidin" lakabıyla meşhur olmuştur. Künyesi Ebu Muhammed (veya Ebü'l-Hasan)Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebi Talib şeklindedir.

Asıl adı Ali olan Zeynelabidin, 658 yılında (bazı kaynaklara göre 655 veya 666)Medine'de doğdu. Babası Hazreti Hüseyin (ra)ve annesi de Acem sultanının kızı olan Şehr-i Banu Gazele'dir. İran'ın fethinden sonra esir alınan sultanın üç kızından biri olup, Hazreti Ali (ra)tarafından Hazreti Hüseyin ile evlendirilmiş ve bu izdivaçtan Zeynelabidin dünyaya gelmiştir. Fitnenin yoğun bir şekilde yaşandığı bir dönemde yaşadığı için o da dönemin ızdıraplarından nasibini almıştır. Kerbela faciasında başta babası Hazreti Hüseyin (ra)olmak üzere, çok sayıda müminin şehit edilmesine şahit olmuştur.

Zeynelabidin, Kerbela faciasının yaşandığı sırada orada bulunuyordu. Ancak, yataktan kalkamayacak kadar hasta olması ve tabii olarak çarpışmalara katılmamasından ötürü hayatta kaldı. Oysa ki, ailesinin büyük ekseriyeti şehit oldu. Önce Yezid'in yanına götürüldü. Yezid, kendisine iyi muamelede bulundu. Daha sonra Yezid'in yanından ayrılarak Medine'ye gitti ve buraya yerleşti. Ömrünün sonuna kadar da siyasi olaylardan uzak kalmaya büyük itina gösterdi. Yezid'e karşı burada meydana gelen ayaklanmaya ve isyana katılmadı.

Risâle-i Nur'da, Ehl-i Beyt'in başına gelen bu feci hadisenin kader noktasındaki hikmetine temas edilmektedir. Bu mübarek insanlar haklı oldukları, hareket noktaları ve ortaya çıkış amaçları tamamen doğru olduğu halde, İlahi kaderin, onların mağlubiyetine cevaz vermesine açıklık getirilmektedir: "Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem'i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi-tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular." (Mektubat, s. 58-59)İşte, Bediüzzaman'ın bu izahatına, yani Ehl-i Beyt'in dünyadan küsmelerine önemli bir örnek Zeynelabidin'dir. Yezid'in, komutan ve valilerinin tüm yanlışlarına rağmen, Müslümanların zarar görmemesi ve fitnenin devam etmemesi için müsbet hareket ettiği açık bir şekilde görülmektedir. O, siyasi cereyanlardan çok, yönünü iman ve Kur'an hizmetinde yoğunlaşarak tayin etmiştir.

Peygamber Efendimizin (asm), torunları Hazreti Hasan ve Hüseyin'e gösterdikleri sevgi ve ilgi, bu mübareklerin soyundan gelecek olanları da kapsamaktadır. Onları sevip okşamasında Zeynelabidin ve diğerlerinin de hissesi vardır. "Hem Hazret-i Hüseyin'e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin'in (r.a.)silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidin, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlişan ve hakikî verese-i Nebeviye gibi çok mehdîmisal zevât-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i Risâlet hesabına boynunu öpmüş, kemâl-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir." (Lem'alar, s. 26)

Zeynelabidin, Medine'de ömrünü iman hizmetine ve ibadete adadı. Özellikle ibadetteki hassasiyetiyle meşhur oldu. İbadete olan düşkünlüğünden dolayı; kulların ziyneti, süsü anlamına gelen "Zeynelabidin" lakabıyla anıldı. Her abdest alışında adeta başka aleme gider ve rengi sararmaya başlardı. Renginin ve dünyasının değiştiğini görenler, merak edip sebebini sorduklarında; "Huzuruna çıktığım Zat'ı düşünmek, benim dünyamı değiştiriyor, tefekkür alemimi kaplıyor. Bu alemle alakam, o yüzden kesiliyor, değişik ruh haline giriyorum." (Ahmed Şahin, Örnek Yaşayışlarıyla İslam Büyükleri, YAY., s. 61-62)cevabını verirdi.

Zeynelabidin ve soyundan devam edegelen Ehl-i Beyt mensupları, Sünnet-i Seniyye'nin en önemli takipçileri ve devam ettiricileri oldular. En sağlam ve selametli yol, Kur'an-ı Kerim'in her asra göre tayin ettiği ölçü, en önemli rehber hep bu mübarek silsilenin gayret ve himayeleriyle devam etti. Gerek Zeynelabidin, gerekse ondan önce ve sonra gelen Ehl-i Beyt silsilenin Risâle-i Nur hizmetinde ayrı ve özel bir yeri vardır. Bediüzzaman, "Üveysi bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Azam'dan (k.s.)ve Zeynelabidin (r.a.)ve Hasan, Hüseyin (r.a.)vasıtasıyla İmam-ı Ali den (r.a.)almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir." (Emirdağ Lahikası, s. 61)demek suretiyle, bu önemli konuya temas etmekte ve Risâle-i Nur hizmetinde takib edilen yöntem ve tarzın bu mübarek silsilenin tarz ve yöntemi olduğunu ifade etmektedir.

Zeynelabidin'in en büyük hizmetlerinden bir tanesi de Cevşenü'l-Kebir'in nakil vasıtalarından biri olmasıdır. Bu hususla ilgili olarak Bediüzzaman, "Yeni Said'in hususi üstadı olan İmam-ı Rabbani, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazali, Zeynelabidin (r.a.)hususan Cevşenü'l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Vecheden aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü'l-Kebir'le daima onlara manevi irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risâle-i Nur'dan bize gelen meşrebi almışım." (Emirdağ Lahikası, s. 183), ifadeleriyle hem Cevşenü'l-Kebir'in nakil vasıtalarını hem de Hz. Ali'ye dayanan meşrebinin kökenini ortaya koymaktadır.

Büyük bir takva sahibi olan Zeynelabidin, fakir ve kimsesizlere yardım konusunda da büyük bir gayret gösterirdi. Çok sayıda fakire yardım ettiği halde, ihlas düsturu gereği bunu hiç kimseye fark ettirmezdi. Gece karanlığında sırtında un taşıyarak bunu muhtaçlara yetiştirirdi. Sürekli bu işi yaptığı halde hiç kimse bilemedi. Ancak, vefatından sonra cenazesi yıkanıp sırtındaki nasırlaşmış yerle karşılaşılınca durum öğrenilebildi. Elinde bulunanı muhtaç olanlardan asla esirgemeyerek, her müminin derdine merhem olmaya çalışırdı.

Zeynelabidin'in büyük bir yardımsever olduğunu gösteren hadiselerden bir tanesi de Muhammed Bin Üsame'nin borçlarını üstlenmesidir. Hasta olan bu şahsı ziyaret etmek için evine gittiğinde, ağladığını gördü. Sebebi de on beş bin dirhem borcunu ödeyemeden Allah'ın huzuruna borçlu çıkma korkusu idi. Durumu öğrenen Zeynelabidin, hazır bulunanlara seslenerek söz konusu borcu üstlendiğini, bundan sonra Muhammed bin Üsame'nin ne kadar borcu varsa kendisinin ödeyeceğini bildirdi. Söz konusu şahsın hiç bir borcunun kalmadığını orada bulunanlara ilan etti.

Zeynelabidin, günün birinde hizmetçisinin çağrıldığı halde geciktiğini görünce sebebini sordu. Hizmetçi de; affedici, müsamahakar biri olduğunu bildiği için fazla acele etme ihtiyacı hissetmediğini belirtti. Zeynelabidin (ra)bu cevap karşısında Allah'a şükrederek; "... hizmetçim de benden emindir. Ben de emin insan olmak isterim. Herkes benden emin olmalı, korku ve endişe duymamalı." (Ahmed Şahin, Örnek Yaşayışlarıyla İslam Büyükleri, s. 62-63)demek suretiyle, hizmetçiye kızmadı, aksine, memnuniyetini dile getirdi.
"Hayret edilir o kimseye ki, hayatında zararı dokunacak yemeklerden kaçınır da, vefatında zararı dokunacak günahlardan kaçınmaz." sözünün sahibi olan Zeynelabidin, 713 yılında "vefatında zararı dokunacak günahlardan kaçınan" salih kullardan olarak Hakk'ın rahmetine kavuştu. Naaşı, amcası Hazreti Abbas'ın (r.a.)yanına, Baki Mezarlığına defnedildi.

HACI BAYRAM-I VELÎ


İstanbul'u, Fâtih Sultan Mehmed Hanın fethedeceğini müjdeleyen büyük velî. Nûmân bin Ahmed bin Mahmûd, lakabı Hacı Bayram'dır. 1352 (H. 753)de Anakra ilinin Çubuk Çayı üzerindeki Zülfadl (Sol-Fasol) köyünde doğdu. 1429 (H. 833) senesinde Ankara'da vefât etti. Türbesi, Hacı Bayram Câmiinin kenarında ziyârete açıktır.
Nûmân, küçük yaşından îtibâren ilim tahsîline başladı. Ankara'da ve Bursa'da bulunan âlimlerin derslerine katılarak; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi din ilimlerinde ve o zamânın fen ilimlerinde yetişti. Ankara'da Melîke Hâtun'un yaptırdığı Kara Medresede müderrislik yaparak talebe yetiştirmeye başladı. Kısa zamanda, halk arasında sevilip sayılan biri oldu.
İlimdeki bu üstünlüğüne rağmen Müderris Nûmân'ın rûhunda bir sıkıntı vardı. O, bu sıkıntıdan ancak bir mürşid-i kâmilin huzûruna varmakla kurtulabileceğini biliyor ve bir fırsat gözlüyordu. Nitekim bir gün dersten çıktığında yanına birisi geldi ve; "Ben Şücâ-i Karamânî'yim. Kayseri'den senin için geliyorum. Sana bir haberim ve dâvetim var." dedi. Nûmân, bu sözlerin sonunda kendisi için mühim bir haberin olduğunu anlamıştı. "Hoş geldin, safâlar getirdin. İnşâallah hayırlı haberlerle gelmişsindir. Anlat! Anlat!" diyerek hayretle sordu. "Beni şeyhim ve mürşidim Hamîdeddîn-i Velî hazretleri gönderdi ve; "Git Engürü'de (Ankara'da) Kara Medresede Nûmân adında bir müderris vardır. Ona selâmımı ve dâvetimi söyle. Al getir. O bize gerek..." dedi. Ben de bu vazîfe ile huzûrunuza gelmiş bulunuyorum."
Müderris Nûmân bu sözleri dinler dinlemez; "Baş üstüne, bu dâvete icâbet lâzımdır. Hemen gidelim." diyerek müderrisliği bıraktı. Şücâ-i Karamânî ile Kayseri'ye gittiler. Kayseri'de Somuncu Baba diye meşhûr Hamîdeddîn-i Velî ile bir kurban bayramında buluştular. O zaman Hamîd-i Velî; "İki bayramı birden kutluyoruz." buyurarak, Nûmân'a Bayram lakabını verdi.
Hamîd-i Velî, Nûmân ile başbaşa sohbetlere başlayarak, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere kavuşturduktan sonra ona; "Hacı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş evliyâyı ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!" buyurdu. Hacı Bayram da, velîlerin yüksek hallerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Hocasının teveccühleri ile zamânının en büyük velîlerinden oldu.
Hacı Bayram-ı Velî, hocası ile hacca gitti. Hac vazîfelerini yaptıktan sonra Aksaray'a geldiler. Orada hocasının 1412 (H. 815) senesinde; "Halîfem, vekîlim sensin." emri üzerine, bu ağır vazîfeyi üzerine aldı. Aynı sene hocası vefât edince, defn işleriyle meşgûl olup, cenâze namazını kıldırdı. Aksaray'da vazîfesini bitirdikten sonra Ankara'ya döndü. Ankara'da dînin emir ve yasaklarını insanlara anlatmaya, onlara doğru yolu göstermeye, yetiştirmeye başladı. Her gün pekçok kimse huzûruna gelir, hasta kalplerine şifâ bularak giderlerdi. Talebeleri gün geçtikçe çoğalmaya, akın akın gelmeye başladılar. Kısa zamanda ismi her tarafta duyuldu.
Bilâhare İstanbul'un mânevî fâtihi olacak olan Akşemseddîn de Osmancık'ta müderrisken şeyhin evliyâlık derececsini duymuş ve ona talebe olmak üzere Ankara'ya gelmişti. Fakat şeyhin dükkan dükkan dolaşıp para topladığını görünce, yanına varıp hikmetini sormadan "Evliyâ para mı toplar, buralara boşuna gelmişim." diyerek oradan ayrıldı. Zeynüddîn Hafî hazretlerine talebe olmak üzere Mısır'a doğru yola çıktı. Haleb'e vardığı gece bir rüyâ gördü. Rüyâsında, boynuna bir zincir takılmış ve zorla Ankara'da Hacı Bayram-ı Velî'nin eşiğine bırakılmıştı. Zincirin ucu ise Hacı Bayram'ın elindeydil. u rüyâ üzerine, Akşemseddîn yaptığı hatâyı anlayarak derhal Anakra'ya geri döndü. Şehre ulaştığında Hacı Bayram-ı Velî'nin talebeleriyle ekin biçmeye gittiğini öğrendi. Tarlaya gitti. Fakat Hacı Bayram hazretleri ona hiç iltifat etmediler. Akşemseddîn, diğer talebelerle birlikte ekin biçmeye başladı. Yemek vakti geldiğinde, insanların ve orada bulunan köpeklerin yiyecekleri ayrıldı. Hacı Bayram-ı Velî, talebeleriyle yemek yemeye başladı. Yine Akşemseddîn'e hiç iltifat etmeyip, yemeğe çağırmadı. Akşemseddîn yaptığı hatâyı bildiği için, kendi kendine;
"Ey nefsim! Sen, Allahü teâlânın büyük bir velî kulunu beğenmezsen, işte böyle yüzüne bile bakmazlar. Senin lâyık olduğun yer burasıdır." diyerek, köpeklerin yanına yaklaşıp, onlarla berâber yemeye başladı.
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Akşemseddîn'in bu tevâzuuna dayanamayarak; "Köse! Kalbimize çabuk girdin, yanımıza gel." buyurup iltifât etti, kendi sofrasına oturttu. Sonra ona; "Zincirle zorla gelen misafiri, işte böyle ağırlarlar." diyerek, onun gördüğü rüyâyı, kerâmet göstererek anladığını bildirdi.
Akşemseddîn bundan sonra hocasının yanından hiç ayrılmadı. Sohbetlerini kaçırmayarak, kalplere şifâ olan nasihatlarını zevkle dinlemye başladı. Hacı Bayram-ı Velî'nin teveccühleri altında, kısa zamanda bütün talebe arkadaşlarının önüne geçti. Nefsini terbiye etmekte herkesten ileri gitti.
Akşemseddîn'e icâzet, diploma verdiğinde, bâzıları; "Efendim! Sizde yıllarca okuyan talebelere hilâfet vermediğiniz hâlde, bu yeni gelen Akşemseddîn'i kısa zamanda hilâfet ile şereflendirdiniz?" dediler. Hâcı Bayram-ı Velî de; "Bu öyle bir kösedir ki, bizden her ne görüp duydu ise hemen inandı. Gördüklerinin ve işittiklerinin hikmetini de bizzât kendisi anladı. Fakat yanımad yıllardır çalışan talebeler, gördüklerinin ve duyduklarının hikmetini anlayamayıp bana sorarlar. Ona hilâfet vermemizin sebebi işte budur." diye cevap verdi.
Hacı Bayram-ı Velî, bu şekilde hem talebelerini yetiştiriyor, hem de belli saatlerde câmide insanlara vâz ve nasîhat ediyordu. Herkes Hacı Bayram-ı Velî'nin vâzlarına koşuyor, bâzı kerâmetlerini görünce, ona daha çok bağlanıyorlardı. Bu şekilde Hacı Bayram'ın etrafında pekçok kimsenin toplandığını gören bâzı hasetçiler, Pâdişâh İkinci Murâd Hana; "Sultânım! Ankara'da Hacı Bayram isminde biri, bir yol tutturarak halkı başına toplamış. Aleyhinizde bâzı sözler söyleyip saltanatınıza kasdedermiş. Bir isyân çıkarmasından korkarız!" diyerek iftirâlarda bulundular. Bunun üzerine sultan, durumun tetkik edilmesi için iki kişi vazifelendirip; "O kimseyi hemen gidip huzûrumuza getirin. Emrimize baş kaldırıp isyân ederse, zincire vurarak getirin!" emrini verdi.
Vazifeli çavuşlar, ellerinde pâdişâhın fermânı olduğu hâlde, Edirne'den kalkıp psüratle Ankara'ya gittiler. Şehre yaklaştıklarında önlerine, yaşlı, nûr yüzlü bir kimse ile bir genç çıktı. Selâmlaştıktan sonra ihtiyâr zât; "Evlâtlarım! Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?" diye sorunca, onlar da; "Ankara'da Hacı Bayram isminde biri, etrâfına adamlar toplayıp, Pâdişâhımıza başkaldırmış. Onu yakalayıp pâdişâhın huzuruna götüreceğiz." dediler. Çavuşların bu sözünü bekleyen ihtiyâr zât; "O aradığınız Hacı Bayram bu fakîrdir." diyerek, kendisini gösterdi. Çavuşlar bir fermâna baktılar, bir de Hacı Bayram-ı Velî'ye. Aradıkları isyâncı bu olamazdı. Bu nûr yüzlü, hoş sözlü zât, hiç isyân edecek birine benzemiyordu. Hacı Bayram-ı Velî'ye tekrar tekrar dikkatle baktıktan sonra, birbirlerine; "Gidelim, Sultanımıza gidelim. Bu zâtın mâsûm olduğunu, söylenilenlerin yanlış olduğunu bildirelim." dediler.
Hacı Bayram; "Evlatlar! Sizin geleceğinizi biliyorduk. Onun için yola çıkıp sizi bekledik. Pâdişâhımızın fermânı başımız üzerindedir. Haydi durmayınız, elimi zincirle bğlayınız ve bir an önce buradan gidelim." buyurdu. Bu sözlere iyice hayret eden çavuşlar; "Sizi yanlış anlatmışlar efendim. Size karşı edepsizlik etmeye hayâ ederiz. Hele zincire vurmak hiç aklımızdan geçmez. Mâdem ki emrediyorsunuz, buyurunuz gidelim." dediler.
Hacı Bayram ile yanındaki genç talebesi Akşemseddîn, çavuşlarla birliket Edirne'ye doğru yola koyuldular. Hacı Bayram-ı Velî, yol boyunca çavuşlarla sohbetler etti, onlar nasîhatlerde bulundu. Günler sonra Çanakkale Boğazından geçip, Edirne'ye geldiler. SArayda Sultan İkinci Murâd Han, söylentilere göre devletin selâmetine kasdeden ve tahtına göz diken bir eşkıyâ beklerken, karşısında; nûr yüzlü, kâmil bir velî gördü. Hayretini saklamayarak, onu baş köşeye oturttu. Utancından bu büyük velînin yüzüne bakamadan; "Yolculugunuz zahmetli oldu herhalde." dedi. Hacı Bayram-ı Velî ise tebessümle; "İyi bir vesîle oldu. Birçok yerde ve buralarda epeyce mâneviyât âşıkları gördük ve tanıştık." diyerek, pâdişâhı rahatlattı. Sohbete başladılar. Sultan Murâd, şehzâdeliğinden beri ilme pek meraklıydı ve büyük bir âlim olarak yetişmişti. Hacı Bayram-ı Velî konuştukça, ilminin yüksekliğini daha iyi anladı. Tâ Ankara'dan buraya kadar getirttiğine çok üzüldü, tanışmakla şereflendiği için de çok sevindi. Tasavvuftaki bâzı müşkillerini Hacı Bayram-ı Velî'ye sordu. Aldığı cevaplardan ziyâdesiyle memnun oldu. Pekçok ihsânda bulunup, hediyeler verdi. Fakat Hacı Bayram-ı Velî; "Sultânım! Bizim dünyâ malında gözümüz yoktur. Siz onları, ihtiyâcı olanlara veriniz." diyerek nâzikçe reddetti. Pâdişhâh ısrar edince de; "Mutlaka ihsânda bulunmak istiyorsanız, talebelerimizin, devlete vereceği vergilerden muaf tutulmasını arzu ederiz." dedi. Pâdişâh da memnuniyetle kabûl etti. Hacı Bayram-ı Velî'yi günlerce sarayda misâfir etti, izzet ve ikrâmda bulundu.
Başbaşa sohbet ettiği günlerden birinde; konu İstanbul'un fethine gelmişti. Murâd Han Gâzi; "Allahü teâlânın izniyle, evliyânın himmet ve bereketleriyle İstanbul'u almak istiyorum. Rahmetli dedem Yıldırım Bâyezîd Han bu işe girişti. Fakat bir netice elde edemedi. Devlet-i âl-i Osman'ın toraklarının ortasında bir Bizans Devletinin olmasına hiç gönlüm râzı değil. Sevgili Peygamberimizin de fethini müjdelediği bu İstanbul bize lâzım. Bunu almak için de himmetinizi, yardımınızı bekliyorum." dedi. Murâd Han bu sözleri söylerken, Hacı Bayram-ı Velî derin bir tefekküre dalmış, onu dinliyordu. Sultanın sözü bittikten bir süre sonra şöyle konuştu: "Sultânım! Bu şehrin alınışını görmek ne size, ne de bize nasîb olacak. İstanbul'u almak, şu beşikte yatan Muhammed'e (Fâtih Sultan Mehmed Han) ve onun hocası, bizim Köse Akşemseddîn'e nasîb olsa gerektir." müjdesini verdi. Sonra geleceğin Fâtih'ini kucağına aldı. Onun gözlerine bakarak, uzun uzun teveccühlerde bulunda. Sultan Murâd Han, bu müjdeye çok sevindi. Oğlu şehzâde Muhammed'e ve Akşemseddîn'e artık başka bir nazar ile bakmaya başladı.
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Edirne'de bulunduğu müddet içinde, câmilerde vâz verip, halka nasîhatlerde bulundu. Edirneliler de onu çok sevdiler. Onun hangi câmide nasîhat edeceğini öğrenip, oraya akın akın giderlerdi. Pâdişâh da onun Edirne'de kalmasını istiyordu. Fakat Hacı Bayram-ı Velî, Ankara'ya talebelerinin başına dönüp, onları yetiştirmeye devâm etmek istediğini bildirdi.
Pâdişâha nasîhatlerde bulunduktan ve onunla vedâlaştıktan sonra yola koyuldu. Önce Gelibolu'ya geldi. Orada Yazıcızâde Ahmed Bîcân ve Muhammed Bîcân kardeşlerle görüştü. Bir müddet onları yetiştirmek için orada kaldı. Onların Bayramiyye yoluna girerek, tasavvufta ilerlemelerine sebeb oldu. Muhammed Efendi, yazdığı Muhammediyye'yi hocası Hacı Bayram-ı Velî'ye takdim ettiğinde; "Ey Muhammed! Bu kitabı yazacağına, kalbinin nûrlanması için çalışsan, nefsini terbiye etmek için uğraşıp onu yola getirseydin daha iyi olmaz mıydı?" buyurduğunda, Muhammed Bîcân bir "Âhh!" çekti ki, o anda kitabın açık olan sahifeleri "Âhh" ateşinden kararıp simsiyah oldu. Hacı Bayram-ı Velî, kısa zamanda bu iki kardeşe icâzet, diploma vererek, insanları hak yola dâvet ve bu yolda ilerletmekle görevlendirdi.
Hacı Bayram-ı Velî, Ankara'ya Sultan Murâd Hanın verdiği fermânla geldi. Fermanda, Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin talebelerinin, yalnız ilim ile meşgûl olmaları için, onların vergi ve askerlikten muâf tutulduğu bildiriliyordu. Bunu duyan pekçok kişi, vergi ve askerlikten kurtulmak için Hacı Bayram-ı Velî'nin talebesi olduğunu söylemeye başladı. Bunlar o kadar çoğaldı ki, Ankara'nın mâlî ve askerî düzeni bozuldu. Sonunda Sultan, Hacı Bayram-ı Velî'den talebelerinin bir listesini istemek zorunda kaldı.
Hacı Bayram-ı Velî de, Ankara'nın Kanlıgöl mevkiinde bir çadır kurdu ve; "Bize intisâb edenler, talebe olanlar burada toplansın." diye ilân etti. Hacı Bayram-ı Velî'nin talebesi olduğunu söyleyen herkes, akın akın gelip meydanı doldurdu. Hacı Bayram-ı Velî; "Dervişlerim, müridlerim! Bana intisâb eden talebelerimi bugün burada kurban etmem emrolundu. Canını, malını bana feda eden, çadıra girsin." buyurdu. Bütün talebeleri bir korku aldı. Bir uğultu yükseldi. Vergiden kaçmaki çin talebe görünenler; "Bu ne biçim mürşit; bu nasıl müritlik." diye söylenip duruyorlardı. Hacı Bayram-ı Velî de, eline keskin bir bıçak ile çadırın kapısında beklemeye başladı. Bu sırada topluluktan, bir erkek ile bir kadın kalabalığı yararak doğruca çadırın içine girdiler. Arkalarından Hacı Bayram-ı Velî de girdi. Daha önceden çadıra koyduğu koyunu içeride hemen kesti. Kırmızı bir kan, çadırdan dışarı çıktı. Kanı gören herkes hemen kaçtı. Meydanda kimse kalmadı. Daha sonra dışarı çıkan Hacı Bayram-ı Velî; "Anladık ki, bu kadar talebemiz varmış. Bunlardan başka herkes, vergi vermek ve asrelik yapmak sûretiyle, devlete olan borcunu ödemelidir." buyurdu.
Hacı Bayram-ı Velî, ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak için uğraştı. Talebelerine ve sohbete gelen herkese, Allahü teâlânın emirlerini bildirip, yasaklarından kaçınmanın şart olduğunu anlattı. Hayâtı, hep verâ ve takvâ üzere, haramlardan şiddetle kaçıp, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını terk etmekle geçti.
Onun vefâtından sonra "Bayramiyye yolu"nu, talebelerinden Akşemseddîn ve Bıçakçı Ömer Efendi devâm ettirdiler.
Türbelerin kapatılma kararı çıktıktan sonra, her yere olduğu gibi Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin türbesine de kilit vurulmuştu. Fakat sabahleyin türbenin önünden geçenler kilidi kırılmış, kapıyı da ardına kadar açık gördüler. Olayın birkaç defâ tekerrür etmesi üzerine ilgililerden biri; "Böyle şey olmaz, bu kapıyı elbette bir açan var." demiş. Sonra bunun için iki polis vazifelendirmiş ve; "Sabaha kadar bekleyin, gözetleyin. Şu kapıyı kim açıyorsa, hemen yakalayın." iye de emir vermişti.
Polisler raldıkları bu emir gereğince, hazret-i Şeyh'in türbesi önünde sabah ezânı okununcaya kadar beklemişler. Sabah vakti âniden kilidin çıkardığı "Çat" sesi ile irkilmişler. İşte o zaman açılan kapıdan Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin tebessüm ederek kendilerine baktığını görmüşler. Türebyi bekleyen polislerden biri şaşkınlıktan düşüp bayılırken, diğerinin dili tutulmuş. Bu olaydan sonra bir daha hiç kimse kapıda nöbet tutmaya cesâret edememiştir.
Hacı Bayram-ı Velî'nin, Akşemseddîn ve Bıçakcı Ömer Efendiden başka halîfeleri de vardı. Göynüklü Uzun Selâhaddîn, Yazıcızâde Muhammed ve Ahmed Bîcân kardeşler, İnce Bedreddîn, Hızır Dede, Akbıyık Sultan, Muhammed Üftâde hazretleri bunlardandır. Birisi de, dâmâdı Eşrefoğlu Rûmî (Abdullah Efendi)dir.
Hacı Bayram-ı Velî'nin talebelerine nasîhatlerinden bâzıları şunlardır:
"İnsanların fitnesinden kurtulmak istiyorsanız, çarşı ve pazarlarda sık sık bulunmayınız."
"Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır."
"Allahü teâlâya isyân yolunda, hiçbir kimseye yardım etmeyiniz."
"Küçük çocukları seviniz, başlarını okşayınız. Onları sevindiriniz ki, Peygamber efendimizin emrini yerine getirmiş olasınız."
"Çarşıda ve câmi avlusunda bir şey yemeyiniz. Yol ortasında durmayınız. Ticâret erbâbının dükkânlarında uzun müddet oturmayınız."
"Hiçbir günâhı küçümsemeyin, çok çalışın. Boş gezenler, zengin bile olsa, arkadaşları şeytan, kalbleri şeytanın konağı olur."
"Helâlinden kazanıp, ondan fakırlere cömertçe veriniz."
"Ölümü çok hatırlayınız. Ölüm gelmeden hesâbınızı yapınız. Tövbe ediniz ki, affa kavuşasınız."
"Dünyâ gamından, nefsin sıkıştırmasından hafifleyip kurtulmak istiyorsanız, kabristanları sık sık ziyâret ediniz."
"Ayıp ve kusurlarını gördüğünüz arkadaşlarınızın, komşularınızın, sırlarını ifşâ etmeyiniz. Çünkü gördüğünüz bu sırlar, size emânettir. Emânete hiyânet ise, çirkin bir harekettir."
"Âlim ve velîlerin kabirlerini ziyâret ediniz. Zîrâ o büyükler, kendilerini ziyâret edenlere şefâat ederler."
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Âşık Yûnus'la aynı asırda yaşamış ve onun söylediği gibi şiirler söylemiştir. Tasavvuf yolunda nefsi tanımanın ve itâat altına almanın şart olduğunu bildiren Hacı Bayram-ı Velî hazretleri bu hususta şu şiiri söylemiştir:

Bilmek istersen seni,
Cân içinde ara cânı.
Geç cânından bul ânı,
Sen seni bil, sen seni.

Kim bildi ef'âlini,
Ol bildi sıfâtını,
Anda gördü zâtını,
Sen seni bil, sen seni.

Görünen sıfâtındır,
O'nu gören zâtındır,
Gayri ne hâcetindir,
Sen seni bil, sen seni.

Kim ki hayrete vardı,
Nûra müstagrak oldu,
Tevhîd-i zâtı buldu,
Sen seni bil, sen seni.

Bayram özünü bildi,
Bileni anda buldu,
Bulan ol kendi oldu,
Sen seni bil, sen seni.

KERÂMET VE MENKÎBELERİ
ALABİLİRSEN AL
Hacı Bayram-ı Velî'nin doğduğu Zülfadl (Sol-Fasol) köyünden bir genç askere çağrılmıştı. Yetim olan bu temiz genç, babasından kalma birkaç altınını, annesinden kalan hâtıra bilezik ve küpleri emânet edecek bir kimse bulamadı. Hepsini küçük bir çekmeceye koyup, Hacı Bayram-ı Velî'nin türbesine getirdi. Türbeyi ziyâret edip; "Yâ hazret-i Hacı Bayram-ı Velî! Beni vatanî vazifemi yapmak için çağırdılar. Annemden ve babamdan kalma şu hâtıralraı emânet edecek bir kimse bulamadım. Bu küçük çğekmeceyi zâtı âlinize emânet bırakıyorum. Eğer askerden dönersem, gelir alırım. Şâyet dönemezsem, istediğiniz bir kimseye verebilirsiniz!" diye münâcaat etti. Sonra çekmeceyi sandukanın kenarına koyarak ayrıldı.
Aradan yıllar geçti. Gencin askerliği bitti ve emânetini almak üzere Hacı Bayram-ı Velî'ye geldi. Ziyâretini yapıktan sonra, çekmeceyi koyduğu yerde buldu. Hiç dokunulmamıştı. Orada türbeyi bekleyen türbedâra; "Bu çekmece benimdir. Askere gitmeden önce emânet bırakmıştım. Şimdi alıyorum." dedi. Türbedâr; "Tabi, alabilirsen al. Çünkü ben, bir defâsında bu çekmecenin yerini değiştirmek istedim. Fakat bütün uğraşmalarıma rağmen yerinden bile oynatamadım. Bunda bir hikmet olduğunu düşünerek, bir daha elimi bile sürmedim." Genç, çekmecenin yanına gelip, Hacı Bayram-ı Velî'ye teşekkür etti ve emânetini alarak köyüne döndü.

FÂSIKLARDAN UZAKLAŞ
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Edirne'den ayrılırken kendisinden nasihat isteyen Sultan Murâd Hana şöyle dedi:
"Tebean içinde herkesin yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun. İlim sâhiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Hiç kimseyi küçümseme ve hafife alma. İnsanlığında kusûr etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe, kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlarla aranızda bâzı beseleler görüşülürse, yâhut onlar bu meselelerde senin bildiğin hilafını iddiâ ederlerse, onlara hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa, ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakîhlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiği cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler.
"Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret, böylece faydalansınlar. Herkes, öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devâmı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve îtibârlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsâmaha göster. Hiçbir kimseye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran."

KAYNAKLAR
1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi; s.77
2) Nefehât-ül-üns; s.684
3) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s. 1080
4) Rehber Ansiklopedisi; c.7, s.7
5) Menâkıb-ı Hacı Bayram-ı Velî
6) Tâc-üt-Tevârih; c.2, s.428
7) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.56
8) Menâkıb-ı Melâmiyye-i Şûttariyye; s. 5-7
9) Silsile-i Celvetî; s.75
10) Tıbyânü'l-Vesâil; c.1, s.174
11) Sefînetü'l-Evliyâ; c.2, s.256
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.39

SOMUNCU BABA


Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu'da yetişen âlim ve velîlerin büyüklerinden. "Somuncu Baba" lakabıyla tanınıp meşhûr oldu. 1349 (H.750) senesinde Kayseri'de doğdu. İsmi Hâmid, babasının ismi Şemseddîn Mûsâ'dır. İlk tahsîlini babasından aldı. Babasının vefâtından sonra Şam'a giderek, Hankâh-ı Bâyezîdiyye'de ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Orada pekçok velînin sohbetlerine katıldı. Burada Üveysî olarak, mânevî yol ile Bâyezîd-i Bistâmî'den feyz aldı. Şam'da bir müddet ilim tahsîlinde bulunduktan sonra, Tebrîz yakınlarında Hoy kasabasında bulunan Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî hazretlerinin huzûruna gitti. Var gücüyle hocasına hizmet ederek, ilim öğrendi. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuştu. Alâeddîn-i Erdebîlî, bir gün Hâmid-i Velî'ye; "Artık bizden öğrendiğin ilmi, Allahü teâlânın dînini, insanlara öğretmek üzere Anadolu'ya git!" buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icâzet verdi. Hocasının bu sözleri, bâzı anlayışı kıt, hasetçi kimselerin, içlerinden Hâmid-i Velîye buğz etmelerine sebeb oldu. Hâce Alâeddîn, Hâmid-i Velî'yi bütün talebeleriyle birlikte, "Şemseddîn-i Tebrîzî Makâmı." denilen yere kadar uğurladı. Vedâ edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; "Hamîdüddîn'in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu'da onun ilminden istifâde ederler. Şâyet bakmazsa, onun ilminden hiçkimse istifâde edemez." buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hamîdüddîn'in arkasından bakmaya başladılar. Bu hâli cenâb-ı Hakkın izniyle anlayan Hâmid-i Velî, gözden kaybolmadan önce iki defâ arkasına baktı. Böylece onların hasedlerini giderdi. Büyük bir âlim ve veliyy-i kâmil olarak Kayseri'ye döndü.
Hamîdüddîn hazretleri, Kayseri'de insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmeye başladı. Talebeleri, ondan feyz almağa, hasta kalblerine şifâ olan nasîhatleriyle, sohbetleriyle şereflenmeğe başladılar. Hamîdüddîn, bir gün çok sevdiği talebelerinden Şücâ-i Karamânî'yi huzûruna çağırarak; "Ankara'da Nûmân isminde bir müderris vardır. Onu bulup buraya dâvet ediniz!" buyurdu. Şücâ-i Karamânî de hocasının emrini yerine getirmek için Ankara'ya gidip, durumu bildirdi. Müderris Nûmân; "Bu dâvete icâbet lâzımdır." diyerek, berâberce Kayseri'ye geldiler. Kurban bayramı günü buluştukları için, hocası ona "Bayram" lakabını verdi.Müderris Nûmân, Hamîdüddîn hazretlerini görüp sohbetlerini dinleyince, onun büyük bir âlim ve velî olduğunu anladı. Kısa zamanda pekçok kerâmetlerini de görünce, daha çok bağlandı. Onun teveccühleri altında yetişmeye başladı. Hocasından zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrenerek kısa zamanda büyük mesâfeler aldı. Bir gün hocası; "Hâcı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş velîleri ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!" buyurdu. Hâcı Bayram da, velîlerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Zamânının büyük velîlerinden oldu.
Hamîdüddîn hazretleri, mânevî bir emir üzerine Tebrîz'e gitti. Tebrîz'den de Anadolu'ya gelip, Bursa'ya yerleşti. Hâcı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa'ya gelip hocasını ziyâret ederdi. Hamîdüddîn hazretleri, Bursa'da bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye söylemedi.
Hamîdüddîn, Bursa'da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; "Somun! Müminler somun!" diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya "Somuncu Baba" der ve pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba'nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civârında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehânesi mevcûd idi. Hamîdüddîn hazretleri durumunu Bursa'da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti.
Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu zaferinden sonra Bursa'da Ulu Câmiyi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba temin etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cumâ günü açılış merâsimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu Câmiyi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan'a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; "Sultânım! Zamânın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık zât şu kimsedir." diyerek, Somuncu Baba'yı gösterdi. "Şöhret âfettir." hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan'ın yanına gelince; "Ey Emîr'im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?" dedi. O da; "Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım." cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba'nın hutbesini merakla bekliyordu. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamâna kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, bundan sonra Somuncu Baba'nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu Baba, hutbede; "Bâzı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsîrini yapalım." buyurarak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi. Herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; "Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha'nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlayanlar içimizde yok idi." demekten kendini alamadı. Cumâ namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba'nın elini öpmek, duâsını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Somuncu Baba hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câminin üç kapısından çıkan herkes; "Ben Somuncu Baba'nın elini öpmekle şereflendim." diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü.
Namazdan sonra evine giden Hâmid-i Velî'ye, Molla Fenârî; "Efendim! Bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat bâzı anlıyamadığım yerler vardı. Bu hutbenizle, bilemediğimiz yerleri îzâh etmiş oldunuz. Medresede hizmetimiz karşılığında kazandığımız beş bin akçe paramız vardır. Şüphesiz helâldir. Kabûl buyurursanız bunları size hediye etmek istiyorum." dedi. O, kabûl etmedi. Bunun üzerine Molla Fenârî, Somuncu Baba'ya; "Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum." deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek duâlarda bulundu. Molla Fenârî'nin, Somuncu Baba'dan aldığı feyz ile yazdığı tefsîrini bütün âlimler çok beğenmiş, asırlarca mûteber bir tefsîr olduğunu söylemişlerdir.
Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; "Sırrımız fâş olup, herkes tarafından anlaşıldı." diyerek, Bursa'dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden, Gavas Paşa Medresesinden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba'nın Bursa'yı terketmekte olduğunu işiten Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa'da kalması için çok yalvardı, ricâlarda bulundu. Fakat kabûl ettiremedi. Sonunda, Bursalılara duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa'ya yönünü dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursa'da bu çınarın bulunduğu bölgeye "Duâ çınarı" denildi.
Bursa'dan ayrılan Somuncu Baba, Aksaray'a geldi. Burada ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraştı. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilmi ile Aksaraylıların gönüllerinde erişilmesi güç olan mümtâz bir mevkiye erişti. Artık ona Hâmid-i Aksarâyî denilmeye başlandı. Hâcı Bayram'ı Velî ile hacca gittiler. Dönüşlerinde, Hâcı Bayram'ı kendisine halîfe, vekîl tâyin etti. İnsanları irşâd etmekle vazifelendirdi.
Bir gün yaşlı bir kadın huzûruna gelip; "Efendim! Benim bir ineğim vardı. Sabahleyin sığırtmaca teslim ettim, fakat akşam dönmedi. Çok aradım, bulamadım. Ne olur derdime çâre olunuz" diye yalvardı. Kadının bu üzüntüsüne dayanamayan Hâmid-iVelî; "Sen burada bekle. Biz etrâfı bir araştıralım, bulursak getiririz" buyurdu. Dışarı çıkıp, sağa sola araştırma yapmadan, hep bir istikâmette gitti. Kadın da onu gizliden tâkibe başladı. Hâmid-i Velî, bugünkü türbesinin bulunduğu yere geldi ve ineğin otladığını görerek; "Ey mübârek hayvan! Niçin diğer hayvanlardan geri kaldın da bizi buraya kadar yordun?" deyince, inek lisâna gelip; "Bugün yavruma süt verecek kadar karnımı doyuramamıştım. Onun için burada otluyordum." dedi. Bu konuşmaları işiten kadın, Hâmid-i Aksarâyî'nin derecesinin üstünlüğünü anladı. Onu en çok sevenler arasında oldu.
Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, 1412 (H.815) senesinde, bir gün dostları ve talebeleriyle helâlleşti. İki rekat namaz kıldıktan sonra, uzun uzun duâ etti. Sonra Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Cenâze namazını Hâcı Bayram-ı Velî kıldırdı. Geriye iki erkek çocuk bırakarak, bugünkü türbesinin olduğu yere defnedildi. Türbesi Aksaray kabristanının ortalarındadır. 1980 (H.1400) senesinden îtibâren, Aksaraylı ŞahinBaşer Beyin gayretleriyle türbesi yeniden onarılarak bugünkü hâle gelmiştir. Somuncu Baba'nın çilehânesini ve türbesini ziyâret edenler, rûhâniyetinden fevkalâde feyz ve bereketlere kavuştuklarını, dünyâyı unuttuklarını söylemişlerdir. Onu vesîle ederek Allahü teâlâya yapılan duâların kabûl olduğunu da bildirmişlerdir. Somuncu Baba'nın kabrinin Dârende'de olduğu da rivâyet edilmektedir.
Hâmid-i Velî hazretlerini çok sevenlerden biri şöyle anlattı: "Aksaray'da memur olarak vazife yapıyordum. Bir üst makâma terfîm ihtilâflı idi. Şeyh Hâmid-i Velî hazretlerine gittim. Türbesini ziyâret ederek, durumumu anlattım. Çilehânesinde iki rekat namaz kıldıktan sonra eve geldim. Gece rüyâmda Hâmid-i Velî'yi gördüm. Bana; "Evlâdım, hiç üzülme, üst makâma geçeceksin. Biz velîler, senin o makâma geçtikten sonra, istifâ edip, serbestçe İslâmiyete hizmet etmeni, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara bildirmeni arzu ediyoruz" buyurdu. Hakîkaten, kısa zaman sonra bir üst makâma geçme emri geldi ve istifâmı vererek İslâmiyete hizmet etmeye çalıştım."
Hâmid-i Aksarâyî hazretlerinin okuduğu kasîdeler, Aksaraylıların dillerinde dolaşmaktadır. Bunlardan bâzıları şöyledir:

Biz ol âşık yiğitleriz,
Akıl, rüşd bize yâr olmaz.
Mey-i aşk ile sermestiz,
Bizler aslâ sarhoş olmaz.

Diriyiz dâim ölmeyiz,
Karanlıkta hiç kalmayız,
Çürüyüp toprak olmayız,
Bize gece gündüz olmaz.

Bizim illerde ay ve gün,
Sebât üzre durur dâim.
Televvün irişür âna,
Gehî bedr ü hilâl olmaz.

Bizim bahçedeki güller,
Dururlar tâze, solmazlar,
Hazân olup dökülmezler,
Kış mevsimi bahâr olmaz.

Şerbeti aşk için içtik,
Ferâgat mülküne göçtük,
Yanıp aşkınla tutuştuk,
Bize tahrûk ü târ olmaz.

İreldenŞems'in nûruna,
Vücûdun zerreden katre
Ne katre, ayn-ı bahr oldu.
Ona çukur kenâr olmaz.

Bırak ey Hâmidâ vârı,
Görem dersen sen ol yârı,
Göricek ol tecellâyı,
Ondan üstün kemâl olmaz.

KERÂMET ve MENKÎBELERİ

ATEŞSİZ FIRIN
Somuncu Baba, bir gün fırına ekmeklerini sürdü. Pişmesini beklerken, yanına Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân'ın dâmâdı Seyyid Emîr Sultan geldi. Elinde bir çömlek vardı. "Selâmün aleyküm baba!" dedi. O da; "Ve aleyküm selâm" diyerek birbirlerine bakıştılar. Başka hiçbir kelime konuşmadan tanıştılar. Emîr Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba'ya verip, içindekinin pişirilmesini ricâ etti. Somuncu Baba, kabı alıp fırının ağzından içeri sürmek istediyse de, çömleği fırına sokamadı. Bir daha denedi, yine olmayınca,Emîr Sultan'a döndü ve; "Anladım ki, bu çömleği fırına sen süreceksin!" dedi. Emîr Sultan; "Peki" diyerek çömleği aldı ve fırının gözünden içeri rahatlıkla sürdü. Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu Baba fırının ağzını kapattıktan sonra; "Birazdan pişer bekleyiniz." buyurdu. Bir müddet bekledikten sonra kapak açıldı. Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu Baba'nın büyük velîlerden olduğunu anladı. Orada tasavvuf üzerinde bir mikdâr sohbet ederek dost oldular.

ÂHİRET İÇİN ÇALIŞIYORDUK
Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, bir gün zirâatla uğraşan talebelerinden birine bir mikdâr tohum verdi ve; "Bu tohumların yarısını, tarlanızın bir kısmına sizin için, yarısını da tarlanızın bir kısmına bizim için ekiniz." buyurdular. Talebe tohumları ekti. Ekinlerin yetiştiği mevsimde tarlaya gittiler. Talebenin tarlasında fevkalâde güzel yetişmiş bir ekin vardı. Diğerinde hiç ekin bitmemişti.Hâmid-i Velî, talebesine dönerek; "Bu tarlalardan hangisi bizim, hangisi sizindir?" buyurunca, talebe son derece utandı ve kendi tarlasını göstererek; "Bu tarla sizindir efendim" dedi. O da, ekinlere bakarak; "Biz âhiret için çalışıyorduk. Acabâ hangi günahımızdan dolayı dünyâmız mâmûr olmaya başladı?" deyip, üzüntüsünü dile getirdi. Hocasının müteessir olduğunu gören talebe, hakîkati söyleyerek üzüntüsünü giderdi.

BEYİTLER

DUÂ ÇINARI
Niğbolu’dan dönünce, Yıldırım Bâyezîd Han,
Bir câmi yaptırmayı, düşünmüştü bir zaman.

Bursa Ulu Câmiyi, inşâya etti niyet,
Câminin yapılması, sona erdi nihâyet.

Bir Cuma günü idi, ilân edildi o gün,
"Câmi, merâsim ile, açılacaktır bu gün"

O gün, başta pâdişâh, dâmâdı Emir Sultan
Molla Fenârî ile, kim varsa ulemâdan,

Hazır oldu her biri, hem de hâfız olanlar,
Doldurmuştu câmiyi, Bursalı müslümanlar.

Hutbe okumak için, pâdişâh hazretleri,
O gün Emir Sultan’a, verdiğinde bu emri,

Dâmâdı Emir Sultan, emre peki diyerek,
Ve Somuncu Baba’yı, eliyle göstererek,

Arz etti ki: “Sultanım, baş üstüne ve fakat,
Hutbeyi okumağa, lâyıktır ancak şu zât.”

O dahî mecbûr kaldı, emre peki demeğe,
Kalkıp mimbere doğru, başladı yürümeğe.

Geçerken de, Emîr’e, dedi “Ey Emîrimiz,
Niçin böyle yapıp da, beni ele verdiniz?”

O da ona cevâben, arz etti ki: “Bu yerde,
Yok idi bir başkası, sizden daha ilerde.”

Cemâat olanları, görüyor, duyuyordu,
Bu sebepten durumu, çok merak ediyordu,

Zîrâ Somuncu Baba, onların nazarında,
Ekmek satan biriydi, Bursa sokaklarında.

Bunun için bu işi, etmişlerdi çok merak,
Ki Cumâ hutbesini, o nasıl okuyacak?”

Çıktı Somuncu Baba, biraz sonra mimbere,
Öyle bir hutbe irâd, etti ki müminlere,

Asla duymamışlardı, böyle bir hutbe onlar
Onun büyüklüğünü, o zaman anladılar.

Hutbede Fatiha’nın, yirmi ana ilimde,
Yedi türlü tefsîri, yapılmıştı o günde.

Molla Fenârî dahî, demişti ki ertesi:
“Onun büyüklüğüne, şâhittir bu hutbesi.

Yedi türlü tefsirden, birincisini, yalnız
İyice anladılar, cemâatten her şahıs.

İkinci tefsîrini, bir kısmı anladılar,
Üçüncüsünü ise, çok azdı anlıyanlar.

Dördüncü ve sonraki, tefsîrlere gelince,
Onlardaki mânâlar, çok yüksek ve pek ince,

Olduğundan onları, anlamadı kimseler,
İlim ve mârifette, deryâ imiş o meğer.”

Namaz sona erince, câmideki cemâat,
Mübârek ellerini, öpmek istedi, fakat,

Câminin üç kapısı, var idi dışarıya,
Acep hangi kapıdan, çıkardı bu evliyâ?

Lâkin üç kapıdan da, çıkan seviniyordu,
Hepsi de, “Öpmek ile, şereflendim” diyordu.

Sonra Molla Fenârî hânesine giderek,
Talebesi olmağı, arzu eylemişti pek.

Lâkin o, “Bu şehirde, sırrım faş oldu” diye,
İstedi ki Bursa’dan, gitsin başka bir il’e.

Bir sabah, bu niyetle, çıkmıştı ki Bursa’dan,
Duyup Molla Fenârî, yetişti arkasından.

“Bir çınarın dibinde, geri döndürmek için,
Çok yalvardı ise de, mümkün olmadı lâkin.

Bursa’ya doğru dönüp, mübârek zât o ara,
Duâ etti Bursa’ya, hem de Bursalılara.

Duâyı, o çınarın, dibinde etti diye,
Bu gün Duâ Çınarı, deniyor o bölgeye.

KAYNAKLAR

1) Şekâyik-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.74
2) Tâc-üt-Tevârih; c.2, s.425
3) Nefehât-ül-Üns; s.683
4) Âşıkpaşazâde Târihi; s.201
5) Semerât-ül-Fuâd; s.7
6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye;(49. Baskı) s.1080
7) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.54
8) Rehber Ansiklopedisi; c.7, s.72
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.52
10) Silsile-i İsmâil Hakkı Bursevî
11) Akşemseddîn